İSMAİL YILMAZ ABİMİN HATIR ve HATIRASINA

İSMAİL YILMAZ ABİMİN HATIR ve HATIRASINA   Zaman, ezelin bağrından kopar ve kıvrıla kıvrıla ebedin koynuna akar. Elimizde değildir ...

İSMAİL YILMAZ ABİMİN HATIR ve HATIRASINA

 

Zaman, ezelin bağrından kopar ve kıvrıla kıvrıla ebedin koynuna akar. Elimizde değildir onu tutmak ve ona hükmetmek. Seyircisiyizdir. Çağların şahı, şahbazı olsak da seyircisiyizdir. Gelen için mukadder olan gitmektir; her durumdan, her yerden ve her şeyden. İçindeki bekayı keşfedenin, dünyaya ilişkin beka sorunu haline getireceği bir meselesi olamaz. Ayrılmak güçtür belki anadan, babadan, evlattan, yardan, yarandan hatta ağyardan lakin, menzil Mevla ise, bir eriyiktir zaman, bizi Mevla'da buluşturacak olan. Esasında yolculuk Mevla'dan Mevla'yadır. Hikayenin nasıl yazıldığı ve insanın bu hikayede kulluğun hangi renk ve tonlarıyla yer aldığıysa, yolculuğun sonunda varılacak hükmün kendisidir.

 

Elbette gönül, Alem-i cemale seyr ü sefer eden her 'güzel'in, her 'can'ın, her dostun ardından donuk gözlerle baka kalır. Yolcunun arkasından sallanan mendilin yelpazelenmesiyle meydana gelen esintinin, geride kalanla giden arasında oluşturduğu hüzün bulutundan damlayan ise, ruhun ve kalbin göz yaşlarıdır. İnsanın, Rabbin gel çağrısına muhatap olan bir dostunun, yakınının ayrılmasıyla birlikte dünyasının biraz daha kekreleşeceği, eksileceği ve buzullaşacağı muhakkaktır.

 

İsmail abiyle 1979'un Şubat'ında tanışmıştık. İzmir İmam-Hatip Lisesi'nde aynı sınıfta okuduğumuz güzel kardeşim Ahmet Oygur'la hala-dayı çocuklarıydı İsmail abi. Ahmet Oygur, kendisini tanıdığım 1978'den bu tarafa dostluğuna hamdettiğim özel insanlardan biridir benim için. O dönem biz İmam-Hatip'te, İsmail abi ise Sakarya'da İTÜ'ye bağlı Mimarlık-Mühendislik Akademisi'ndeydi. Ahmet her vesileyle İsmail abiden bahsederdi. Öz abi-kardeş gibiydiler. Bir gün Ahmet dedi ki, abim Bayındır'a babaannemin ziyaretine gelmiş, birlikte Bayındır'a gidelim. Gittik. Tanıştık. Hemen kaynaştık. Bu suretle hacıanneyi de tanıma imkanı buldum. Burada hacıannemizin börülceli tarhana çorbasını da anmadan geçemeyeceğim. Hayatımda içtiğim en lezzetli çorbalardan biriydi. Üzerine ufalanan kurutulmuş biberse, çorbaya ayrı bir tat katıyordu. Hacıanne tam bir Osmanlı kadınıydı. Genç yaşta dul kalmasına rağmen beş evlat yetiştiren, prensiplerinden taviz vermeyen, vakur ve son derece mütedeyyin bir hanımefendiydi. Sonraki zamanlarda beni de torunlarından biri olarak kabul etmişti. 1985'te vefat ettiğinde Ahmet'ten öğrendiğime göre göğsünden İsmail abi, Ahmet ve benim fotoğrafım çıkmıştı. Ben de onu çok severdim. Çikolataya bayılırdı hacıanne. Onu küçük bir çikolatayla bile memnun etmek mümkündü. Elinizde kendisine ikram edilmek üzere bir çikolata gördüğünde, gözlerinde öyle bir ışıltı oluşurdu ki, bir çikolata fabrikam olsaydı da hacıanneye hibe etseydim derdiniz.

 

1979 Şubat'ını takip eden yaz aylarında İsmail abi İzmir'e gelmişti. Ahmet'in 35 EU 537 plakalı Murat 124 ü ile o yaz üçümüz birlikte gezmiş-tozmuş çok güzel vakitler geçirmiştik. Aynı yıl Ahmet'le  üniversite sınavlarına girmiştik. Ancak sınavın ilk yarım saati içinde başıma gelen özel bir durumdan dolayı ben kağıdı kalemi bırakmış sınavın bitmesini beklemiştim. Dolayısıyla sınav sonucu benim için hüsran olmuştu. Ahmet, İsmail abinin okuduğu okulu kazanmış ve hep birlikte Adapazarı'na taşınmıştık. Beni bırakmamışlardı. Adapazarı'nda yeni yapılan Sofular Camii'nde, Cami'ye kadro verilmemiş olduğundan vekil imam olarak göreve başladım ve biz  "Mahşerin Üç Atlısı" Cami'nin imam odasına yerleştik. Her şey çok renkliydi. İmam odasında üç kişi kalabilmek nadirattandı. Her gece mutlaka misafirimiz olurdu. Bazan altı-yedi kişiyle birlikte sabahlardık. Tabii yatak-yorgan durumları nisap miktarınca olduğu için sıkıntı yaşardık. Aslında yaşamazdık. Nasıl mı? Cami'de, kullanılmayan el dokuması kallavi bir kilim vardı. Odada bulunanların cümlesi düzgün bir şekilde sırtüstü yatar ve birimiz kilimi herkesin üstüne örter, sonra o da kilimin altında kendisine ayrılan kısma sırtüstü uzanırdı. Kilim o kadar ağırdı ki, sabahları altından kalkıp doğrulmak bir meseleydi. Kilim neredeyse bir darb-ı mesele dönüşmüştü aramızda. Çevremizdeki arkadaşlardan grip vs. rahatsızlığı olanlara, gel seni bizim kilimin altına sokalım bir şeyciğin kalmaz, demeye başlamıştık. Kilimin altına girmek her babayiğidin harcı değildi çünkü.

 

O sene muazzam bir kış oldu. Her yer karla kaplanmıştı. Kara muadil bir soğuk vardı tabiatıyla. Sabah namazı için avludaki çeşmeden abdest almak fermana mahsustu. Su içimize işlerdi adeta, donardık. Ama, olsun imanımız güçleniyor diye birbirimizi motive etmeye çalışır, çenelerimizin ritmik takırtısını duymazdan gelerek bir an önce abdestimizi alıp içeri kaçmaya bakardık. İsmail abiye ve Ahmet'e çeşmenin suyu donsa teyemmümle namaz kılmak ve kıldırmak caiz olmaz mı diye takılırdım. Onlar da imam olan sensin, basarsın fetvayı biz de uyarız karşılığını verince, o halde her hal ve şartta mutlaka abdest almalıyız derdim.

 

Odamızı odun sobasıyla ısıtmaya çalışıyorduk. Sobanın borusunu oda camından dışarıya uzatmıştık. Ancak rüzgar estiğinde bütün dumanı içeri verdiğinden altlığıyla birlikte sobayı dışarı atıp rüzgarın dinmesini beklerdik. Sobayı komple dışarı ve içeri taşıma konusunda o kadar pratik kazanmıştık ki, bu bizim için bir eğlenceye dönüşmüştü artık. Sobamız bizi terkettiğinde küçük elektrik sobamızla ısınmaya çalışırdık. Hangimizin fikriydi hatırlamıyorum, varsa portakalımız, soyar, dilimlere ayırır ve elektrik sobasının üzerine dizerek ısıtır sonra da zevkle yerdik. Bu çok hoşumuza giderdi. Tabloya alışık olmayan misafirlerimiz mezkur  zevkimizi önce yadırgar, sonra onlar da sobanın başına otururlardı. Sanırım bu portakal fantezisini sonraki hayatlarımızda hiç birimiz denemedik.

 

Bu arada İsmail abi Sakarya MTTB. Başkanı olmuştu. Dolayısıyla üçümüzün de hayatı başka bir ritme evrilmişti. Gelenimiz-gidenimiz de artmıştı haliyle. Bahara doğru Cami'ye yakın bir ev kiralamış, oraya taşınmıştık. Kilimi Cami'de bırakmıştık. Sene 1980.

 

İki odası, küçük arasıyla bize saray gibi geliyordu ev. Neler yaşanmadı ki orada. İlk defa, bir kalbimin olduğunu hissettiğim o ev...

 

Artık hemen her gün "Her Sabah Dünya Yeniden Kurulur, Her Sabah Taze Bir Başlangıçtır" mottosuna uygun bir biçimde ev sahibimiz İbrahim abi ve eşi Havva yengenin kavgalarıyla gözlerimizi hayata açıyor ve dirilip kendimize geliyorduk. Bu duruma o kadar alışmıştık ki, bağırtılarını duymadığımız gün, acaba başlarına bir iş mi geldi diye endişelenirdik.

 

İl dışından gelen misafirlerimiz de olurdu. Bunlardan biri kadim dostum, güzel kardeşim Hüseyin Cilbiroğlu idi. Hüseyin sıklıkla gelirdi. Evimizin dördüncüsü olmuştu neredeyse. O kalbimizin mukîmiydi, evimizin de mukîmi oldu. İzmit İmam-Hatip lise iki ve üçüncü sınıfı aynı sırada oturarak birlikte okumuştuk. Hüseyin ayrı bir yazının konusu olacak inşallah. Hayatta beni en çok delirten ama delirttiğinden daha fazlasıyla kendisini sevdiren güzel Hüseyinim. Kastamonu'nun masum, mazlum, mahcup delikanlısı.

 

Derken 12 Eylül 1980'e geldik. Düdük çaldı, yapı paydos dediler.

 

İsmail abi ve Ahmet Sakarya'da hayatlarına devam etti. Bense, üniversite eğitimi için Bursa'ya gittim. Yeni bir defterin yeni sayfalarına yazılacak olan yeni hikayelere sefer etmek üzere...

 

İsmail abinin kıvrak bir zekası vardı. Hiperaktif denilebilecek kadar hareketli bir yapıya sahipti. Lider yaratılışlıydı. Bürokraside de siyasette de hatırı sayılır mevkilerde görev aldı. Milletvekilliği de yaptı, konfederasyon başkanlığı da. Ama onun en dikkat çeken tarafı, kalbiyle yaşayan bir adam oluşuydu. Dosttu, arkadaştı, ağabeydi.

 

İsmail Yılmaz,

 

Güzel abim,

 

Bugün 25 Şubat,

 

Aramızdan ayrılışının birinci sene-i devriyesi.

 

Ruhuna okuduğum Yasin ve Fatihalarla ömrüm oldukça her gün hatırını sormaya devam edeceğim.

 

Bir araya geldiğimizde, ikimiz de bir espri makinesine dönüşürdük. Kendisiyle esprileşmeyi en çok sevdiğim adamdın.

 

Pastaneye gidip tatlı yemek için hususi acıkırdık seninle. Uzaktan pek de normal gözükmeyecek olan bu zevki başka kimseyle yaşamadım.

 

Birbirimize doğaçlama okuduğumuz felsefi beyitlerse, ikimiz için de bambaşka bir telezzüz ikliminin sütunlarını teşkil ederdi. Hatta bir keresinde Adapazarı'ndaki evin bahçeye bakan odasında sen, ben ve Hüseyin (Cilbiroğlu) uyumak üzere ışığı kapatıp yataklarımıza uzandıktan ve akabinde birbirimize yine doğaçlama beyitler söylemeye başladıktan bir süre sonra Hüseyin, ben uyuyacağım, dediklerinizi anlamıyorum arkadaş deyip uyumaya çalıştı ama uyuyamadı. Merak ediyordu tabii. Bakalım bu beyte o nasıl cevap verecek bu nasıl cevap verecek diye kulak kabartmaya devam etmişti. (Hüseyin şimdi bunları, pek ihtimal vermemekle birlikte, hatırlar mı bilmem. Ortak anılarımızdan bile kendisine bahsettiğimde, ben bunları hatırlamıyorum diyor çünkü. Nasıl hatırlamazsın diye çıkışmaya kalktığımda ise, arkadaş ben normal bir adamım sense manyaksın deyip sıyrılmaya çalışıyor).

 

Allah seni ikram ve ihsanıyla ağırlasın abim. Bilvesile hacıannemizi de rahmetle anıyorum.

 

Elbette hatırı olanın hatırası olur. Sen o hatıralarla gittin. Kalanını getirmek bize düşer.

 

Endülüs'lü Mu'temed'in dediği veçhile:

 

"Dünyanın muammasını yeni anladık

 

Artık topraktan elbiseyle uslanacağız" beyti hepimiz için mutlak ve mukadderdir.

 

Baki olan Allah'tır.

 

Erdal Çakır

25.02.2025

 

 

 

 

 

 

 İSMAİL YILMAZ ABİMİN HATIR ve HATIRASINA

 

Zaman, ezelin bağrından kopar ve kıvrıla kıvrıla ebedin koynuna akar. Elimizde değildir onu tutmak ve ona hükmetmek. Seyircisiyizdir. Çağların şahı, şahbazı olsak da seyircisiyizdir. Gelen için mukadder olan gitmektir; her durumdan, her yerden ve her şeyden. İçindeki bekayı keşfedenin, dünyaya ilişkin beka sorunu haline getireceği bir meselesi olamaz. Ayrılmak güçtür belki anadan, babadan, evlattan, yardan, yarandan hatta ağyardan lakin, menzil Mevla ise, bir eriyiktir zaman, bizi Mevla'da buluşturacak olan. Esasında yolculuk Mevla'dan Mevla'yadır. Hikayenin nasıl yazıldığı ve insanın bu hikayede kulluğun hangi renk ve tonlarıyla yer aldığıysa, yolculuğun sonunda varılacak hükmün kendisidir.

 

Elbette gönül, Alem-i cemale seyr ü sefer eden her 'güzel'in, her 'can'ın, her dostun ardından donuk gözlerle baka kalır. Yolcunun arkasından sallanan mendilin yelpazelenmesiyle meydana gelen esintinin, geride kalanla giden arasında oluşturduğu hüzün bulutundan damlayan ise, ruhun ve kalbin göz yaşlarıdır. İnsanın, Rabbin gel çağrısına muhatap olan bir dostunun, yakınının ayrılmasıyla birlikte dünyasının biraz daha kekreleşeceği, eksileceği ve buzullaşacağı muhakkaktır.

 

İsmail abiyle 1979'un Şubat'ında tanışmıştık. İzmir İmam-Hatip Lisesi'nde aynı sınıfta okuduğumuz güzel kardeşim Ahmet Oygur'la hala-dayı çocuklarıydı İsmail abi. Ahmet Oygur, kendisini tanıdığım 1978'den bu tarafa dostluğuna hamdettiğim özel insanlardan biridir benim için. O dönem biz İmam-Hatip'te, İsmail abi ise Sakarya'da İTÜ'ye bağlı Mimarlık-Mühendislik Akademisi'ndeydi. Ahmet her vesileyle İsmail abiden bahsederdi. Öz abi-kardeş gibiydiler. Bir gün Ahmet dedi ki, abim Bayındır'a babaannemin ziyaretine gelmiş, birlikte Bayındır'a gidelim. Gittik. Tanıştık. Hemen kaynaştık. Bu suretle hacıanneyi de tanıma imkanı buldum. Burada hacıannemizin börülceli tarhana çorbasını da anmadan geçemeyeceğim. Hayatımda içtiğim en lezzetli çorbalardan biriydi. Üzerine ufalanan kurutulmuş biberse, çorbaya ayrı bir tat katıyordu. Hacıanne tam bir Osmanlı kadınıydı. Genç yaşta dul kalmasına rağmen beş evlat yetiştiren, prensiplerinden taviz vermeyen, vakur ve son derece mütedeyyin bir hanımefendiydi. Sonraki zamanlarda beni de torunlarından biri olarak kabul etmişti. 1985'te vefat ettiğinde Ahmet'ten öğrendiğime göre göğsünden İsmail abi, Ahmet ve benim fotoğrafım çıkmıştı. Ben de onu çok severdim. Çikolataya bayılırdı hacıanne. Onu küçük bir çikolatayla bile memnun etmek mümkündü. Elinizde kendisine ikram edilmek üzere bir çikolata gördüğünde, gözlerinde öyle bir ışıltı oluşurdu ki, bir çikolata fabrikam olsaydı da hacıanneye hibe etseydim derdiniz.

 

1979 Şubat'ını takip eden yaz aylarında İsmail abi İzmir'e gelmişti. Ahmet'in 35 EU 537 plakalı Murat 124 ü ile o yaz üçümüz birlikte gezmiş-tozmuş çok güzel vakitler geçirmiştik. Aynı yıl Ahmet'le  üniversite sınavlarına girmiştik. Ancak sınavın ilk yarım saati içinde başıma gelen özel bir durumdan dolayı ben kağıdı kalemi bırakmış sınavın bitmesini beklemiştim. Dolayısıyla sınav sonucu benim için hüsran olmuştu. Ahmet, İsmail abinin okuduğu okulu kazanmış ve hep birlikte Adapazarı'na taşınmıştık. Beni bırakmamışlardı. Adapazarı'nda yeni yapılan Sofular Camii'nde, Cami'ye kadro verilmemiş olduğundan vekil imam olarak göreve başladım ve biz  "Mahşerin Üç Atlısı" Cami'nin imam odasına yerleştik. Her şey çok renkliydi. İmam odasında üç kişi kalabilmek nadirattandı. Her gece mutlaka misafirimiz olurdu. Bazan altı-yedi kişiyle birlikte sabahlardık. Tabii yatak-yorgan durumları nisap miktarınca olduğu için sıkıntı yaşardık. Aslında yaşamazdık. Nasıl mı? Cami'de, kullanılmayan el dokuması kallavi bir kilim vardı. Odada bulunanların cümlesi düzgün bir şekilde sırtüstü yatar ve birimiz kilimi herkesin üstüne örter, sonra o da kilimin altında kendisine ayrılan kısma sırtüstü uzanırdı. Kilim o kadar ağırdı ki, sabahları altından kalkıp doğrulmak bir meseleydi. Kilim neredeyse bir darb-ı mesele dönüşmüştü aramızda. Çevremizdeki arkadaşlardan grip vs. rahatsızlığı olanlara, gel seni bizim kilimin altına sokalım bir şeyciğin kalmaz, demeye başlamıştık. Kilimin altına girmek her babayiğidin harcı değildi çünkü.

 

O sene muazzam bir kış oldu. Her yer karla kaplanmıştı. Kara muadil bir soğuk vardı tabiatıyla. Sabah namazı için avludaki çeşmeden abdest almak fermana mahsustu. Su içimize işlerdi adeta, donardık. Ama, olsun imanımız güçleniyor diye birbirimizi motive etmeye çalışır, çenelerimizin ritmik takırtısını duymazdan gelerek bir an önce abdestimizi alıp içeri kaçmaya bakardık. İsmail abiye ve Ahmet'e çeşmenin suyu donsa teyemmümle namaz kılmak ve kıldırmak caiz olmaz mı diye takılırdım. Onlar da imam olan sensin, basarsın fetvayı biz de uyarız karşılığını verince, o halde her hal ve şartta mutlaka abdest almalıyız derdim.

 

Odamızı odun sobasıyla ısıtmaya çalışıyorduk. Sobanın borusunu oda camından dışarıya uzatmıştık. Ancak rüzgar estiğinde bütün dumanı içeri verdiğinden altlığıyla birlikte sobayı dışarı atıp rüzgarın dinmesini beklerdik. Sobayı komple dışarı ve içeri taşıma konusunda o kadar pratik kazanmıştık ki, bu bizim için bir eğlenceye dönüşmüştü artık. Sobamız bizi terkettiğinde küçük elektrik sobamızla ısınmaya çalışırdık. Hangimizin fikriydi hatırlamıyorum, varsa portakalımız, soyar, dilimlere ayırır ve elektrik sobasının üzerine dizerek ısıtır sonra da zevkle yerdik. Bu çok hoşumuza giderdi. Tabloya alışık olmayan misafirlerimiz mezkur  zevkimizi önce yadırgar, sonra onlar da sobanın başına otururlardı. Sanırım bu portakal fantezisini sonraki hayatlarımızda hiç birimiz denemedik.

 

Bu arada İsmail abi Sakarya MTTB. Başkanı olmuştu. Dolayısıyla üçümüzün de hayatı başka bir ritme evrilmişti. Gelenimiz-gidenimiz de artmıştı haliyle. Bahara doğru Cami'ye yakın bir ev kiralamış, oraya taşınmıştık. Kilimi Cami'de bırakmıştık. Sene 1980.

 

İki odası, küçük arasıyla bize saray gibi geliyordu ev. Neler yaşanmadı ki orada. İlk defa, bir kalbimin olduğunu hissettiğim o ev...

 

Artık hemen her gün "Her Sabah Dünya Yeniden Kurulur, Her Sabah Taze Bir Başlangıçtır" mottosuna uygun bir biçimde ev sahibimiz İbrahim abi ve eşi Havva yengenin kavgalarıyla gözlerimizi hayata açıyor ve dirilip kendimize geliyorduk. Bu duruma o kadar alışmıştık ki, bağırtılarını duymadığımız gün, acaba başlarına bir iş mi geldi diye endişelenirdik.

 

İl dışından gelen misafirlerimiz de olurdu. Bunlardan biri kadim dostum, güzel kardeşim Hüseyin Cilbiroğlu idi. Hüseyin sıklıkla gelirdi. Evimizin dördüncüsü olmuştu neredeyse. O kalbimizin mukîmiydi, evimizin de mukîmi oldu. İzmit İmam-Hatip lise iki ve üçüncü sınıfı aynı sırada oturarak birlikte okumuştuk. Hüseyin ayrı bir yazının konusu olacak inşallah. Hayatta beni en çok delirten ama delirttiğinden daha fazlasıyla kendisini sevdiren güzel Hüseyinim. Kastamonu'nun masum, mazlum, mahcup delikanlısı.

 

Derken 12 Eylül 1980'e geldik. Düdük çaldı, yapı paydos dediler.

 

İsmail abi ve Ahmet Sakarya'da hayatlarına devam etti. Bense, üniversite eğitimi için Bursa'ya gittim. Yeni bir defterin yeni sayfalarına yazılacak olan yeni hikayelere sefer etmek üzere...

 

İsmail abinin kıvrak bir zekası vardı. Hiperaktif denilebilecek kadar hareketli bir yapıya sahipti. Lider yaratılışlıydı. Bürokraside de siyasette de hatırı sayılır mevkilerde görev aldı. Milletvekilliği de yaptı, konfederasyon başkanlığı da. Ama onun en dikkat çeken tarafı, kalbiyle yaşayan bir adam oluşuydu. Dosttu, arkadaştı, ağabeydi.

 

İsmail Yılmaz,

 

Güzel abim,

 

Bugün 25 Şubat,

 

Aramızdan ayrılışının birinci sene-i devriyesi.

 

Ruhuna okuduğum Yasin ve Fatihalarla ömrüm oldukça her gün hatırını sormaya devam edeceğim.

 

Bir araya geldiğimizde, ikimiz de bir espri makinesine dönüşürdük. Kendisiyle esprileşmeyi en çok sevdiğim adamdın.

 

Pastaneye gidip tatlı yemek için hususi acıkırdık seninle. Uzaktan pek de normal gözükmeyecek olan bu zevki başka kimseyle yaşamadım.

 

Birbirimize doğaçlama okuduğumuz felsefi beyitlerse, ikimiz için de bambaşka bir telezzüz ikliminin sütunlarını teşkil ederdi. Hatta bir keresinde Adapazarı'ndaki evin bahçeye bakan odasında sen, ben ve Hüseyin (Cilbiroğlu) uyumak üzere ışığı kapatıp yataklarımıza uzandıktan ve akabinde birbirimize yine doğaçlama beyitler söylemeye başladıktan bir süre sonra Hüseyin, ben uyuyacağım, dediklerinizi anlamıyorum arkadaş deyip uyumaya çalıştı ama uyuyamadı. Merak ediyordu tabii. Bakalım bu beyte o nasıl cevap verecek bu nasıl cevap verecek diye kulak kabartmaya devam etmişti. (Hüseyin şimdi bunları, pek ihtimal vermemekle birlikte, hatırlar mı bilmem. Ortak anılarımızdan bile kendisine bahsettiğimde, ben bunları hatırlamıyorum diyor çünkü. Nasıl hatırlamazsın diye çıkışmaya kalktığımda ise, arkadaş ben normal bir adamım sense manyaksın deyip sıyrılmaya çalışıyor).

 

Allah seni ikram ve ihsanıyla ağırlasın abim. Bilvesile hacıannemizi de rahmetle anıyorum.

 

Elbette hatırı olanın hatırası olur. Sen o hatıralarla gittin. Kalanını getirmek bize düşer.

 

Endülüs'lü Mu'temed'in dediği veçhile:

 

"Dünyanın muammasını yeni anladık

 

Artık topraktan elbiseyle uslanacağız" beyti hepimiz için mutlak ve mukadderdir.

 

Baki olan Allah'tır.

 

Erdal Çakır

25.02.2025

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

0 comments

Flickr Images